Bilecik istasyonunda bir askerî tren harekete hazır idi. Kumandan Abdülkâdir Kemâlî bir künye okudu:- Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt?Bir ses:- Efendim! Mahmud oğlu Hüseyin benim. Söğüt Akgünlü´den.Kumandan:- Gel oğlum, seni annen görmek istiyor. Delikanlı vagondan atladı. Hazır ol vaziyetinde, sağ el selâm ve ihtirâm mevkiinde, Kumandan Abdülkâdir´in karşısında emre hazır idi. Berâberce yürüdüler. Muhterem vâlidenin karşısında durdular. Hüseyin annesinin elini öptü. Zavallı vâlide, ciğer-pâresini bir daha kokladı ve dedi ki:- Oğlum Hüseyin! Dayın Şıpka´da, baban Dömeke´de, ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale´de şehîd oldular. Bak, son yongam sensin! Minâreden ezân sesi kesilecekse, câminin kandilleri körlenecekse, sütlerim harâm olsun; öl de köye dönme. Yolun Şıpka´ya uğrarsa, dayının rûhuna fâtiha okumayı unutma. Haydi oğul, Allâh yolunu açık etsin.Hüseyin bu sözleri, kalbinin ahd ve vefâ derinliklerine gömdüğünü îmâ eden bir huşû ile dinlemişti. Annesini ve Kumandan Abdülkâdir´i selâmladı, gitti.Abdülkâdir, bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmış idi, sordu:- Vâlide, demek ki sizin soyun erkekleri hep şehîd oldular öyle mi?- Yalnız bizim soy değil oğul. Elli yıldır köylü mezarlığa delikanlı gömmedi. Dîn dursun da bırak, biz hep ölelim...