On dokuzuncu yüzyıldaki hakim yaklaşım olan pozitivistik ve evrimci bilim anlayışının sonucu olarak dine yönelik antropolojik (Frazer, Tylor, Müller), sosyolojik (Durkheim) ve psikolojik (Frued) vs. okumalar, yerini zamanla dine, dinsel bir olgu olarak ve onu bu şekilde anlamaya çalışan paradigmalara bıraktı. Yine, ikinci dünya savaşı sonrası çalışmalarda din, pozitivistik nesnellik anlayışının bir nesnesi olmaktan çıkıp, dini yaşayanın da araştırmayı yapan kimse ile insan olmak itibariyle benzer duygulara, hislere sahip olduğu bir olgu olarak görülmeye başlandı (W. Cantwel Smith). Bugün dini anlamaya yönelik çabaların gelip dayandığı nokta, toplumsal, psikolojik, coğrafi vs. bir çok etkiye açık olsa ve onun anlaşılmasında bu tür olguların merkeze alındığı bilim dalları tarafından elde edilen verilerin bir katkısı inkar edilmese de, dinin özü itibariyle söz konusu etkileri ve dolayısıyla da insanı aşan bir doğaya sahip, bizatihi dinsel bir olgu olarak ele alınarak anlaşılmaya çalışılmasıdır.