Bütün mevcûdâtta sebeb-i medih ve senâ olan kemâlât Allah’ındır. Öyleyse, hamd dahi ona âittir. Ezelden ebede kadar, her kimden her kime karşı gelen ve gelecek bütün medh ü senâlar ona lâyıktır, ona âittir. Çünki sebeb-i medih olan ni‘met ve ihsân ve kemâl ve cemâl ve medâr-ı hamd olan her şey onundur.
Salât ü selâm, Allah’ın ilminde olanlar sayısınca, Allah’ın mülkü devam ettikçe devam edecek olan bir salât ile Efendimiz Muhammed’e, onun mübârek nesline, Ehl-i Beyt’ine ve ashâbına olsun.
İnsanoğlu hayatı boyunca küçük-büyük pek çok musibete düçâr olmakta, kendi güç ve çabasıyla bunların çoğundan kurtulamamaktadır. Bununla beraber sayamayacağımız kadar istekleri var, ama bunların pek çoğunu elde edememektedir.
İşte musibetlere karşı âciz, istek ve arzularımıza karşı da fakir oluşumuz, onları dilediğimizce elde edemeyişimiz, ister istemez bizden daha güçlü, her şeyi yapabilen, merhametli bir zâtı, yani Rabbimizi aramaya bizi sevk etmektedir. Allah’a yönelip duâ ederek onun rahmet ve kudretine yönelmek, bizim fıtratımızın bir hususiyetidir. İnsan ekmeğe, suya muhtaç olduğu kadar Kadîr-i Mutlak’a yönelmeye, duâ etmeye de muhtaçtır.
İnsan fıtratı böyle olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’de de, Allahü Teâlâ bizden, kendisine yönelmemizi ve duâ etmemizi istemekte, rahmet ve keremiyle bu duâlarımıza icâbet edeceğini bildirmektedir.
Bu hususta Cenâb-ı Hakk bizi Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle teşvîk etmektedir:
“(Habîbim, yâ Muhammed!) Kullarım sana benden sorarsa şübhe yok ki ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiğinde duâ edenin duâsına cevab veririm.” (Bakara, 186)
“De ki: Duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkân, 77)
“Rabbinize yalvara yalvara ve için için duâ edin!” (A‘râf, 55)
Kur’ân-ı Kerîm’i en güzel şekilde tatbik eden ve bize en güzel numûne olan Peygamberimiz (sav)’in ise hem sözlerinde, hem de hayatının her safhasında duânın vazgeçilmez bir yeri vardır.
Hayatının her safhası diyoruz, Çünki o, eve girerken, evden çıkarken, bir işe başlarken, sabah olunca ve akşama erince, yemekten sonra, gece yatacağı zaman ve bunlar gibi günlük hayatının her ânına duâyı yerleştirmiş, aynı zamanda bütün ibâdetlerinde de duâyı esas tutmuştur.
Meselâ, abdestte abdest duâları, namazlarda ayrı ayrı çok şumûllü duâlar, hutbede, mescide girerken-çıkarken, mübârek gecelerde, cenâze duâları gibi ibâdete taalluk eden her durumda da duâ etmekten bir ân geri durmamıştır.
Ayrıca insanların duâya çok muhtaç oldukları hallerde, sıkıntılar, borçluluk ve hastalık gibi durumlarda da bizi maddeten ve ma‘nen çok rahatlatacak duâları öğretmiştir.
Peygamberimiz (sav) bizi duâya şu sözlerle teşvîk etmiştir:
“Duâ ibâdettir.”
“Duâ ibâdetin özüdür.”
“Allah hayat veren ve çok cömerd olandır. Kendisine ellerini kaldıran kulunu hayal kırıklığına uğratıp, onun elini boş geri çevirmez.”
“Duâ, rahmetin anahtarıdır.”
“Allah katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.”
Bunlar gibi daha birçok nebevî teşvikler kitapta mevcuttur.
Aynı zamanda kalblerimizi, ruhlarımızı her türlü mânevî kirlerden arındıracak ve onları Rabbimize karşı tertemiz hâle getirecek yüzlerce duâ bu kitabın içinde mânevî hazineler misillü bizleri beklemektedir.
Îmânını tahkîki hâle getirmiş bir mü’min, hiçbir şekilde duâdan mahrûm kalamaz. Çünki o kuvvetli îmân onu her ân Rabbine yönlendirecek ve asıl huzuru ona için için yalvarmakta bulacaktır.
“Duâ bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi duâ ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar gayeleri değil. Mesela yağmur namazı ve duâsı bir ibadettir. Yağmursuzluk o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o duâ yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibadet halis olmadığından kabule lâyık olmaz.”
Duânın muayyen bir vakti yoktur. Cenâb-ı Hakk kendisinin hatırlanmasını isterken “Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine (yatar) iken Allah’ı zikrederler” (Âl-i İmrân,191) buyurarak her durumda kendisinin anılmasını istemiştir.
Duâyı hayatının her safhasına yerleştiren bir ferd, Rabbimizin “Siz beni (ibadetle) zikredin ki ben de sizi (rahmetimle) anayım” (Bakara, 152) âyetine mazhar olarak Rabbinin kendisini anmasını temin eder ki, işte bu, mü’min için muazzam ve vazgeçilemez bir ni‘mettir.
Eğer şu fânî dünyada hâlâ günlük evrâd ve ezkârımız yoksa, Rabbimizle husûsî, baş başa bir ânımız olmuyorsa, o zaman kendimize bir çeki düzen vermeli, bu hâlimize tevbe-istiğfâr ederek bu hâlden dönmeliyiz.
Tarihteki hak âşıklarına baktığımız zaman, her birinin hayatında duânın çok büyük bir yerinin olduğunu, bundan dolayı da Rablerine karşı sarsılmaz bir bağlarının bulunduğunu, onların yapmış oldukları ve bir kısmı kendilerine ait olan münâcâtlarından çok net bir şekilde görmekteyiz.
Bizim de âhirette onlara bir nebze olsun yanaşmak için çok mühim bir sermayemizin duâ olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Bizim duâ noktasında en mühim nazarımız ise, duânın hem fiilî, hem kavlî olduğunu bilmek olmalıdır. Yani duâda olması gereken, ilkönce esbab çerçevesinde bize düşen bütün işleri hakkıyla yapmak, bununla beraber onları sözlü olarak da istemektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin yaptıkları duâlara dikkat edersek hep fiilî olarak sebeplere riayet etmiş ve o çalışmalarının içinde Allah’a yalvarmışlardır.
Bir şeyin yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla alâkalı sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir. Allah’ın âdeti bu şekildedir. Sebeplere müracaat etmek fiili bir duâdır.
Sebeplerin, hadisenin meydana gelişinde hiçbir tesirleri yoktur. Sebeplere yapışmak demek, Allah’ın âdetine uygun hareket etmek, muvaffakıyeti o yoldan istemek demektir.
Bu meyanda “Ben böyle yaptım, onun için kazandık. Bu sebepler olmasaydı bu işler olmazdı. Bunlar olduğu için şunlar oldu” gibi sözler oldukça yanlış olur.
Âlemde bu ilahi âdeti gördükten sonra bize düşen iş; kendi vazifemizle Allah’ın vazifesini karıştırmamaktır.
Bizim vazifemiz, yapılacak bir işin şartlarını, kâidelerini, vesilelerini bulmak ve elden geldiği kadar tatbik etmek, neticeyi ise Allah’a bırakmaktır. Neticeyi vermek, vermemek, az vermek, çok vermek tamamen onun elindedir.
Elinizdeki kitap da hem fıtratımızın icabı, hem de dinimizin emri olan duâlar hakkında te’lîf edilmiş bir kitaptır.
Bu duâ kitabının içinde geçen rivâyetlerin ve iktibasların kaynaklarını göstermeye dikkat ettik. Hadisleri alırken mümkün mertebe başta Buhârî, Müslim olarak Kütüb-ü Sitte’deki rivâyetlerden istifâde ettik. Bununla birlikte Kütüb-ü Sitte’de olmayan bir kısım rivâyetleri ana kaynaklarından aldık. Çok az da olsa ikinci derece kaynaklara da yer verdik.
Bütün bunlarla birlikte, gözümüzden kaçmış tesbît edilen hatâlar olursa bunlara nazar-ı müsâmaha ile bakılmasını ve tarafımıza bildirilmesini muhterem okuyucularımızdan bekleriz.