Bu nefs-i emmâre ki, ahkâm-ı semaviyyenin (ilâhî hükümlerin) tadını almaz. Nefsimiz diyor ki: “Zikir, fikir ve namaz tatlı imiş, güzelmiş. Ben de bir bakayım.” Bakıyor bir iki zikrediyor, namaz kılıyor, ama o tadı alamıyor, beğenmiyor. İbadetle meşgul olmayı istemiyor. Semadan inen ahkâmın hak olduğunu, doğru olduğunu anlamıyor. Zira onda maraz (manevi hastalık) var. Evvela o hastalığın izâle edilmesi, giderilmesi lâzım. Midede safra olunca baklava ve kadayıf gibi tatlı yiyeceklerin tatlılığını anlamaz. İşte bunun gibi kalpte de hastalık olunca şeriatın tatlılığını anlamaz. Safrası rahatsız olan bir kimseye, şekerin tatlılığını delillerle anlatmaya çalışmak boş. Peki nasıl olacak! Tedavi olmalı, hastalığı izâle edilmeli. İşte o zaman delile gerek kalmaz, yediğinde tadı kendisi alacaktır. Bunun gibi hasta olan, bu sebeple şeriatın tadını alamayan nefse istidlâl yolu ile (deliller göstererek) zikrin, fikrin, şeriatın, tüm emirlerinin tatlılığını, güzelliğini, anlatmaya çalışmak, buna inandırmak çok zor. Ama hastalığını izale ettiniz mi hemen anlar. Tarikat, nefsin safrasını siliyor, yok ediyor. İnsan kalbi var ya, ayna mesabesindedir. Nefis de beden kısmındandır. Kalp hasta ise, beden de hastadır. Bu kalp aynasının yüzünde çalı-çırpı dolu. Üzerinde hiç toz olmayan berrak bir aynayı güneşe tutsanız, güneşin ışığını hatta sıcaklığını dahi aksettirir. Peki, aynanın üstünde çalı- çırpı varsa, aksettirir mi? Hayır! İşte kalp aynasındaki çalı-çırpı, “mâsivâ” ile dolu iken Mevlâ Teâlâ’nın cemâlinin nurunu alabilir mi, aksettirebilir mi? Hayır! Mevlâ Teâlâ kullarına buyurmuş oluyor ki: “Eğer benim cemâlimin sizin kalp aynanıza parlamasını istiyorsanız, kalbinizi temizleyin.” Bu nasıl olur? Tarikat ile. Peki tarikat ne diyor bize? Temiz, tenha bir yere abdestli ve kıbleye yönelmiş olarak, namaz oturuşu gibi bir oturuşla oturacaksınız; tâlim edildiği (öğretildiği) üzere Rabbinizi zikredeceksiniz. Her “Allah” ve “Lâ ilâhe illallah” dedikçe, bir mâsivâ çalı-çırpısı nefyediliyor, siliniyor, atılıyor kalpten. Ama bir taraftan nefyeder, diğer taraftan doldurursanız bu da olmaz. Bazı yolların kenarlarında kuyu gibi çukurlar olur. Yağmur yağdığında yolun üzerindeki çalı-çırpı ona dolar. Bunu engellemek için, yağmur sularının oraya gelmesini kesmelisiniz. İşte kalbi de, o çukur farz (kabul) edin. Ona mâsivânın dolmaması için zikri temiz, tenha, mümkün olduğunca loş bir yerde yapmalıdır. Böylece kalbe onu meşgul edecek şeylerin gelmesine engel olunur. “Gözden uzak olan gönülden de uzak olur” derler. “İnsanın kalbinde ne aslanlar yatıyor” onların kaldırılması lâzım. Bu da tarikata çalışmakla oluyor. Her “Allah”, “Lâ ilâhe illallâh” dedikçe kalpteki karanlıklar, mâsivâlar gidiyor. Mâsivâ tamamıyla çıkınca Mevlâ’nın cemâli kalbe parlıyor, işte ona hakikat denir. O zaman nefis hastalığından kurtuluyor. Zikir, namaz ve benzeri şeriatın emirlerini yerine getirmekten haz alıyor. Bu mânâya şu ayet-i celileler işaret eder: Süleyman (aleyhisselâm) güneşe tapan Sebe halkının melikesi (kraliçesi) olan Belkıs’a (radıyallâhü anhâ) ve kavmine Hüdhüd vasıtası ile bir mektup gönderi-yor. Mektubunda şöyle buyuruyor: اَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَاْتُون۪ي مُسْلِم۪ينَ۟ { “Sakın bana karşı baş kaldırmayın ve Müslüman olarak gelin.” Gönderdiği bu mektup ile onları İslâm dinine davet ediyor. Mektubu alan Belkıs (radıyallâhü anhâ) ne yapmak gerektiğine dair, topluluğun ileri gelenleri ile istişare ediyor. Onlar: قَالُوا نَحْنُ اُو۬لُوا قُوَّةٍ وَاُو۬لُوا بَاْسٍ شَد۪يدٍ وَالْاَمْرُ اِلَيْكِ فَانْظُر۪ي مَاذَا تَاْمُر۪ينَ { “(Belkıs‘a) dediler: Biz kuvvet sahibiyiz ve cesur savaşçıyız. Bununla beraber emir sana aittir. Artık bak ne emredeceksen.” Bazı adamlar düşünmeden pat-küt konuşurlar. İşte Belkıs’ın (radıyallâhü anhâ) istişare ettiği kimseler de düşünmeden “biz kuvvetliyiz, cesur savaşçılarız” ve sâire gibi sözler söylediler. Yani Süleyman (aleyhisselâm) ile savaşalım istediler. Bilmiyorlar ki karşılarında kim var. Belkıs vâlide ise, bakın ne dedi: قَالَتْ اِنَّ الْمُلُوكَ اِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً اَفْسَدُوهَا وَجَعَلُٓوا اَعِزَّةَ اَهْلِهَٓا اَذِلَّةً وَكَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ { “Melike (Belkıs): «Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, onurlu kimselerini aşağılık yaparlar. İşte böyle davranırlar» dedi.” Yani “evvela beni ve sizi zelil ederler” demek istedi Belkıs valide. İşte bunun gibi Tevhid meliki (sultanı), yani tevhidin sevgisi, birliği kalbe girdiğinde kalpte aziz şeyler vardı (karısı, kocası, mal, mülk vs. büyük olarak duruyorlardı kalpte). Şimdi tevhid geldi, hepsini vurdu aşağıya. Bu nasıl olur? Tarikat medresesine girilecek, öğrenilecek, öğrenilenler tatbik edilecek, böylece kalpteki hastalık (mâsivâ sevgisi) gidecek. Fakat sen atarsın üç kürek, gelir ona beş kürek, böyle olmaz. Televizyonla bu işler (tarikata çalışmak) yürümez. Üç günlük ömrün var, onu nelerle bitiriyorsun. Adamın birine “üç dua hakkın var, ne istersen kabul olunacak” denildi. O da “hanımım pek güzel değil, dua edeyim de çok güzel olsun” diye düşündü. Dua etti, hanımı çok güzelleşti. Hanım aynaya baktı kendisini çok güzel buldu. Kocasına: “Bu güzellikle seninle olmaz, ben senden daha yüksek rütbeli kimselere layığım” dedi. Onu terk etti. Adam “Başıma iş açtım” dedi. Karısının dönmesi için, bu sefer de çok çirkin olsun diye dua etti. İnsan kanaatkâr olacak kanaatkâr olmayınca eldeki de gider. Mevlâ Teâlâ ne buyuruyor: فَخُذْ مَا اٰتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ{ “Sana verdiğimi al, şükredenlerden ol.” Adamın ikinci duasıyla, hanım çok çirkinleşti. Beğenilmez olunca, efendisine geri döndü. Adam baktı ki, hanımı bu haliyle de çekilmeyecek gibi. “Ya Rabbi! Hanımımı eski haline getir diyerek dua etti.” Böylece üç makbul dua hakkını bitirdi. İşte bunun gibi bütün ömür sermayen, elden gider bir televizyon yüzünden. Tarikat, bu büyük yol, öyle oyuncaklarla olmaz. Ne yapacak-sın? Nefsi sokacaksın köşeye, televizyon, nâmahreme (haram olan karşı cinse) bakmak, görüşmek gibi şeylerden uzak tutacaksın. Bazen dışarı çıkmak gerekti mi, tedbirli olarak ve sağa sola meyletmeden çıkacaksın. Böyle böyle tarikat çalışman biter ve hedefine vâsıl olursun. Tarikattan hakikate geçilir, fenâ-fillâhve bekâ-billahmakamları kazanılmış olur. Bunları kazanan kimseye “veli” ismi verilir. Nefs-i emmâre, mutmeinne olur, inkârdan vazgeçer. İbadete karşı duymuş olduğu ağırlık kaybolur; bunlardan fazlasıyla lezzet almaya başlar. TarikTarikat ile hakikat, şeriatın suretinden hakikatine (görünüşünden gerçek manasına) geçmeye sebeptir. Ya Rabbi! Bu devlete (yüce makama) bizi mazhar eyle. Bu devlet erbabından, dünyada da ahirette de ayırma. Âmin! Kaldırım mühendisi olmayalım. Bu yola çalışalım. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّـحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ{ “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” Her şey onu tesbih ediyor, gafil olan yalnız insan. Allah akıl fikir versin, inattan korusun. Allah Teâlâ buyuruyor: “Göklerin ve yerin mülkü benimdir.” Boşuna boğuşmayalım, biz ölünce o yerler ve gökler Mevlâ Teâlâ’ya kalacak. Avanaklar, bizim olana sarılsak, sahip çıksak ya! Bizim olan şey “ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ” sözüdür. Bizi bu kelime-i tevhidden men etmeye çalışana darılmalıyız. Bir şeriatımız, bir tarikatımız var başka neyimiz var? Bunlara sahip çıkalım. Hiçbir gün yemeksiz durulmuyor, çürüyecek bedenin gıdası veriliyor, hem de üç defa. Peki ya ruhun gıdası, onu da verelim. Tarikat dersini iyi çalışmak ruhun gıdasını vermek demektir. Tarikat ruhun mağazasıdır, onu kim çalıştırırsa çok zengin olur. Kim çalıştırmazsa fakir olur. Ahirette kazanmak yok. Cahillerle, bu yolu anlamayanlarla pek oturup kalkmayın, feyizsizlik olur. Hatta yeni ders alana, bu yolu anlamayanların kitabını okumanın bile zarar verdiğini söyler büyükler. Bu dersi alan “Allah Teâlâ’ya, ya Rabbi senin rıza-i şerifin için bu yola girdim” demiş oluyor. Bu söz bozulmamalı, ölünceye kadar devam edilmelidir. Hastalık gibi bir arızi (geçici) durum olursa da devam. Hasta iken hastanın becerebileceği kadar, sıhhatli iken sıhhatlinin yapacağı kadar sözde durmak, ders yapmak istenir bizden. Aman dikkat edelim! Dünya ölçüleri tartamaz, ölçemez, o kadar büyük bir nimettir. Tarikatımızın kıymetini bilelim.